Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş döneminde uygulanan iktisadi ve mali politikaların ekonomik gücün el değiştirmesindeki rolü

Giriş

Osmanlı toplum yapısı beraya (yönetenler) ve reaya (yönetilenler) olmak üzere iki kısımdan oluşmuştur. Yönetim, yürütme, askerlik kısımlarından oluşan seyfiye; diplomasi, bürokrasi, maliye kısımlarından oluşan kalemiye; din, eğitim ve hukuk kısımlarından oluşan ilmiye sınıfı olmak üzere beraya üç sınıfa ayrılmıştır. Seyfiye sınıfında yer alan kısımlardan askerlikle uğraşan zümrede tımar sistemine dahil olanlara ilişkin yaşanan değişimler Osmanlı’da ekonomik gücün dönüşümü konusunda büyük önem arz etmektedir.

Osmanlı’da askeri organizasyon, toprak sistemi ve mali organizasyon birbirini destekler şekilde oluşturulmuştur. Eyaletlerde uygulanan toprak sistemi ve bu sistem üzerine kurulmuş olan vergi düzeni, devletin esas itibarıyla askeri ihtiyaçlarını karşılamak üzere bina edilmişti. Arazi esas itibarıyla devletindi, yani miriydi. Topraklardan elde edilecek vergiler de dolayısıyla devlete aitti. Uygulamada devlet, vergilerin bir kısmını doğrudan merkezi hazineye aktarmakta, diğer kısmını ise yerinde yapılacak harcamalara tahsis etmekteydi. Eyaletlerde uygulanan ve adına “tımar sistemi” denilen bu uygulamayla, devletin taşrada kendisine ait bir kısım vergi gelirleri belirli vazifeler karşılığında askeri zümreye tahsis edilmekteydi .

Ancak uzayan savaşlar, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı maliyesini uğraştıran en önemli sorunlardan biri haline gelmiştir ve uzayan savaşların yol açtığı ekonomik krizin sonuçları, devleti, mali konularla özellikle doğrudan uğraştırmaya itmiştir. Hazineye gelir akışının sağlanması için eski vergilerin daha etkin bir şekilde toplanması ve yeni vergiler konulması gerektirmiş, bu da idari mevkilerin yeniden düzenlenmesini gündeme getirmiştir. Tımar gibi dolaylı vergilendirme yöntemlerinin yerine doğrudan vergilerin konulması gerekmiş ve de bu nedenle, cizye ile ağır savaş şartları nedeniyle devamlı toplanan bir vergi haline gelen avarız vergilerinin, daha çok ve etkin bir şekilde toplanabilmesi için köklü bir düzenleme yapılmıştır. Vergi toplama işlerinin kapıkulu birliklerinden kimselere, saray çalışanları ile başka merkezi görevlilere verilmesiyle taşrada yeni elitler sahneye çıkmıştır. Sonraları 17. yüzyılın sonlarına doğru, çözüm olarak iltizama yönelinmiştir.

İltizam sistemi Osmanlı’nın uzak eyaletleri için uygulanırdı. İltizam verilen kişiler yani mültezimler 3 yıllık süre için devlete ileride tahsil edecekleri vergi için peşin ödemede bulunurlardı. İltizam ihalesini alan mültezim, devletten aldığı yetki çerçevesinde ilgili bölgeye gider ve vergilerini toplardı. Osmanlı iltizam sisteminin esnekliği, mültezimlerin vergi tahsil işlerini kolaylaştırıcı bir etmendi. Mültezimler aldıkları işi mekân temelinde bölüp, ortaya çıkan hisseleri bu tür gelirleri daha iyi toplayabilmek için kendisine karşı sorumlu olacak yerel alt-mültezimlere satabiliyorlardı. İltizam hiyerarşisinin tepesinde ise, payitahtın büyük servet sahibi bankerleri yer alıyordu. Bu bankerlik rolünü üstlenen zengin sarraflar, mültezimlere kredi açmak ve kefil olmak suretiyle onların hazineye olan sözleşme yükümlülüklerini yerine getirmelerini sağlıyorlardı2. Daha sonraları artan nakit ihtiyacı nedeniyle iltizam süreleri 3 yıldan 1 yıla düşürülmüştür.

İltizam uygulamasının yaygınlaşması ve süresinin düşmesiyle vergi kaynakları tahrip olmaya başlamış ve vergi gelirleri düşmüştür. Vergi gelirlerinin düşmesiyle hazinenin gelir ihtiyacı artmıştır. Özellikle iltizam sisteminde tahvil sürelerinin kısalmasıyla vergilendirme ile üretim kapasitesi birbirini engeller bir kısır döngüyü ortaya çıkarmıştır. Bu kısır döngüyü kırmak üzere “malikane” sistemi uygulamaya konulmuştur3.

Malikane sistemine göre iltizamlar hayat şartı ile yani malikane olarak mültezimlere veriliyordu. Mültezim aldığı vergi kaynağı için hazineye, önceden tespit edilmiş ve yıldan yıla arttırılmayacağı devletçe garanti edilmiş sabit bir yıllık vergiyi ödemekle yükümlü tutulmaktaydı. Sistem, vergilendirilen kaynakların üretim kapasitelerini geliştirmeye mültezimleri teşvik ederek artacak vergi gelirlerinin de hazineye ödenecek sabit yıllığın üstünde kalan kısmı mültezimlere kalmaktaydı. Zira sistem sayesinde mültezimler üretim kapasitesini genişlettikçe bir yandan, bunların ellerine geçecek vergi hasılatı fazlaları artacak, diğer yandan sahipleri ölüp malikaneler devletçe yeniden satılırken kapitalizasyon miktarları da yükselecekti. Amaç, ekonomide vergilendirilebilir kaynakları koruyup geliştirerek vergi gelirlerini arttırmaktı.

Sistemin ekonomi üzerinde, beklenen ölçüde olmamakla birlikte başlangıçta olumlu etkileri oldu. Ancak, bu yoldan kapitalist tipte bir müteşebbis doğmadı. Malikaneciler, zengin birer rantiye bürokrat olarak kaldılar. Sistemin ekonomi üzerinde, zamanla olumsuz etkilerinin ortaya çıkmasının başlıca kaynağı da bu oldu. Ayrıca,  rantiyer haline gelen malikaneciler, vergi toplamayı fiilen kendileri yapmayıp, ikinci hatta bazen üçüncü elden mültezimlere devretmeye başladılar. Böylece sistem, ekonomi üzerindeki vergi yükünü arttırıcı ve üretim sektöründen giderek kalabalıklaşan rantiye zümrelerine gelir transferini büyüten bir mekanizmadan ibaret hale geldi4.

Osmanlı’nın son döneminde uygulanan politikaların ekonomik gücün el değiştirmesinde rolü

Cumhuriyetin kuruluşundan önce ekonomik gücün değişimi açısından iki temel kırılma noktasından birisi Tanzimat diğeri de İttihat ve Terakki İktidarının başladığı 1908-1918 dönemine ilişkin değişim dinamikleridir. Tanzimat’la birlikte Müslüman kesim büyük ölçüde iş hayatından el çekerek devlet kademelerinde çalışmaya başlamışlardır. Bu durumun oluşmasının temel nedeni, Müslüman kesime batılı kurumların yeni oluşmaya başlamasıyla cazip iş olanakları sunan modern bir bürokrasinin oluşması olgusudur. 20. yüzyıl boyunca Müslüman kesimin iş hayatına yeterince nüfuz edememiş olması gerek aydınlar gerekse politikacılar tarafından o dönemde bir sorun olarak vurgulanmış ve bu kaygılar 1908 1918 döneminde İttihat ve Terakki tarafından milliyetçi söylemlerle yerli bir işadamı grubu yaratılması çabalarının temel noktasını oluşturmuştur5.

Özellikle İttihat ve Terakki dönemine gelindiğinde, gerek sınai gerekse finansal faaliyetlerin çoğunu kontrolleri altında tutan gayrimüslim azınlıkların Osmanlı sosyoekonomik yapısına giderek yabancılaşmaları, yerel aktörlerin desteğine dayanacak geniş çaplı bir kalkınma hareketinin ancak Müslüman-Türk girişimcilerin omuzlarında yükselebileceği düşüncesini kaçınılmaz olarak güçlendirmekteydi. Bu yüzden İttihat ve Terakki’nin en fazla önem verdiği konuların başında, takip eden Cumhuriyet yönetiminin de yoğunlaşacağı, Müslüman-Türk unsurlara dayanan güçlü ve yerel bir sanayici girişimci sınıfının devletin aktif liderliği ve koruyuculuğu altında oluşturulması meselesi yer almıştır6. Gelişmeye başlamış Türk burjuvazisinin öncü kolu olarak adlandırılan ittihatçılar, Müslüman kesimin oluşum halindeki iş hayatında en ön sayfa yer almışlardır. Fakat bu alanda oynadıkları rol, ulusal sanayi ve ticareti teşvik eden devlet yetkililerinden çok öte olmuştur. İttihatçılar, yalnız atılgan işadamlarını desteklemekle kalmamışlar, bizzat kendileri de işadamı olmuşlardır. Dolayısıyla, ittihatçıların iktidarda olduğu dönemde, işadamı ve iktisat politikası yapan kişi ayrımı kalkmış, özel çıkarların alanı ile kamu politikasının alanı birbirine karışmıştır7.

Gerek savaş sırasında gerekse sonrasındaki nüfus mübadelesi ile Rum ve Ermeni nüfusun büyük çoğunluğunun Türkiye topraklarını terk etmesi ile birlikte homojen ve yerli bir girişimci sınıfı eliyle ulusal kalkınma idealini gerçekleştirme tercihinin Cumhuriyet dönemi ekonomi politiği üzerinde derin etkiler bırakan stratejik bir tercih olduğu açıktır. Savaş döneminin olağanüstü şartlarında hızla zenginleşen ve “1916 zenginleri” olarak adlandırılan Müslüman-Türk burjuvazisinin yeni fertleri Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet rejiminin kuruluş aşamasında yeni yönetimin en önemli sosyal ve ekonomik destek tabanını oluşturmuşlardır. Buna karşın ekonomik alanda yüzyıllara dayalı bilgi, birikim, ticari bağlantılar ve insan sermayesine sahip azınlıkların Anadolu’dan çıkışı geride doldurulması hayli zaman alacak ciddi bir ekonomik birikim, yatırım ve girişimcilik boşluğu bırakmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından Cumhuriyet’in kuruluşuna uzanan on yıllık süreçte Osmanlı girişimci sınıfının ana çekirdeğini oluşturan gayrimüslim azınlıklarının yeni devletin sınırlarını büyük ölçüde terk ettikleri ve bunun da yeni filizlenmekte olan Türk burjuvazisi için Şerif Mardin’in deyimiyle bir “fırsat alam” oluşturduğu görülmektedir8.

Savaş şartları altında yaşanan nüfus değişimleri ile ilgili pek çok tartışmalı unsur bulunmakla birlikte, bazı tahminlere göre Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Rumların sayısı bu dönemde 1.8 milyondan 400 bine, Ermenilerin toplam nüfusu ise 1.2 milyondan 100 bine inmiştir. 1914–1925 tarihleri arasında Türkiye dışına göç eden bir milyonu aşkın Rum nüfusun, 800.000 kadarı sanat ve ticaret erbabıydı. Çoğunlukla Rumların elinde olan Anadolu’daki zeytin, üzüm, tütün gibi değerli tarım ürünlerinin üretimi büyük ölçüde durmuştur. Kuyumculuk, marangozluk gibi zanaat alanlarında da Rum’larla beraber büyük boşluklar doğmuştur. Bu koşullarda Genç Türkiye Cumhuriyet’i ya mübadeleyi kabul edip doğan boşluğu dolduracaktı ya da kaçan Rum göçmenleri geri çağıracaktı. Bu soruna o güne kadar ticari faaliyetlerin dışında olan Müslüman Türklerin ticari faaliyetlere yöneltilmesiyle çözüm aranmıştır. Diğer taraftan Türkiye’ den göçen Rumlar genel olarak eğitimli, meslek sahibi kişiler, Türkiye’ ye gelen Türkler ise genellikle tarımsal faaliyetlerle ilgilenen, daha az vasıflı kişilerdir9. Ülkeyi terk eden azınlıklara ait tarım arazileri ve sınaî-ticarî işletmeler ile yabancı şirketler tarafından işletilen ticaret ve hizmet tekellerinin aralarında Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet rejiminin önde gelen liderlerinin de bulunduğu yeni Müslüman- Türk burjuvazisine verilmesi, İstanbul ve Anadolu sermayesi ile Cumhuriyetçi elit arasında oluşan ve bu ekonomik fırsat alanı çevresinde devlet destekli sermaye birikim süreçlerinin geliştirilmesine dayanan yakin ittifak ilişkilerini de güçlendirmiştir10 . 

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde uygulanan politikaların ekonomik gücün el değiştirmesindeki rolü

Osmanlı’nın son dönemlerinde yerli bir işadamı grubunu, yani Müslüman-Türk burjuvazisini yaratmaya yönelik uygulamalar Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde de devam etmiştir. 1925 yılında Aşar Vergisi’nin kaldırılmasıyla başlayan bu süreç, 1930 yılında devletin iktisadi politika olarak devletçiliği benimsemesiyle devam etmiş ve de Varlık Vergisi’nin uygulamaya konulmasıyla yerli bir işadamı grubu Türk ekonomisine tamamen yerleşmiş ve bu suretle de ekonomik güç el değiştirmiştir.

Aşar vergisinin kaldırılması sonucu yaşanan değişim

1923 yılında yapılan 1. İzmir İktisat Kongresi çerçevesinde aşar vergisinin kaldırılması kararı alınmıştır. Aşarın kaldırılması, büyük çiftçilerin İzmir İktisat Kongresinde dile getirdikleri en önemli istekleri olarak bilinmektedir. Aşarın kaldırılması hem büyük toprak sahiplerini hem de küçük köylüleri ağır bir vergi yükünden kurtarmıştır. Öyle ki aşarın kaldırılması toplam vergi gelirleri içinde tarım kesiminin payını % 33’ten % 10 düzeyine indirmiştir. Ancak, hükümet, 1920’lerde, aşarın kaldırılması dışında küçük üretici köylülerin yararına etkili bir uygulama ortaya koyamamıştır. 1925 yılında devlet arazilerinin köylülere satılması yolunda bir karar alındıysa da bununla ilgili uygulama 1930’ların ortalarına kadar çok sınırlı kalmıştır.

Aşar vergisinin kaldırılmasının ardından tarımsal üründen parasal bir vergi alınmaya çalışılmıştır. Çıkartılan yasaya göre tahıllardan %10, satılması zorunlu olan tütün ve pamuk gibi sınaî ürünlerden ise %8 düzeyinde, ürünün satışı sırasında vergi alınması öngörülmüştür. Ancak bu vergi de bir yıl içerisinde, tam olarak uygulamaya dahi konulamadan kaldırılmıştır11. Sonuçta tarım kesiminden yalnızca ileride Hayvanlar Vergisi adını alacak Ağnam Resmi alınmaya başlanmıştır.

Ancak aşar vergisinin yeri doldurulamamış, Ağnam Resmi, bütçe içindeki payının en yüksek olduğu 1925-1930 döneminde bütçe gelirlerinin ancak % 5,9’unu teşkil etmiştir. 1925 yılında bütçe açığı önceki yılın üç katına çıktığında12 bu açığın kapatılması için başka önlemler alınması gerekmiştir. Aşar vergisinin kaldırılması sermaye birikiminin değişmesinde önemli bir kırılma noktası meydana getirmiştir. Şöyle ki; Kurtuluş Savaşı sırasında büyük arazi sahiplerinden destek gören yeni devlet, milli burjuvazi yaratma hedefinde toprak ağalarına destek verme veya nüfusun büyük kesimini oluşturan küçük köylü kesimini kalkındırmaya ağırlık verme noktasında ayrıma düşmüştü.

Halkın çoğunluğunu küçük köylü oluşturmasına rağmen ülkede toprağını kapitalist bir şekilde işleten ya da yarı feodal bir şekilde işleten toprak ağası da yok değildi. İşte bu durum yeni devleti kapitalist bir üretimi mi, yoksa köylü kesimini mi destekleyeceği sorununa götürmüştü. Köylüye toprak dağıtımı toprak ağalarının elindeki işgücünü azaltabileceğinden ve de daha fazla toprak bedeli ödemek zorunda bırakabileceğinden toprak ağaları yeni devletin ileride gerçekleştireceği toprak reformuna karşı çıkmışlardı. Burjuvazi sınıfını oluşturabilmesi için toprak ağalarının mı destekleneceği, yoksa nüfusun çoğunluğunu oluşturan küçük köylünün mü destekleneceği sorunu yeni devletin düşüncesinde bir karmaşa yaratmıştı. Çünkü, Kurtuluş Savaşı’nın yapılmasını sağlayan toplumsal ittifakta büyük arazi sahipleri önemli bir yer işgal etmişlerdi. Küçük köylünün ise savaş yılgınlığından dolayı devlete karşı bir küskünlüğü vardı. On yılı aşan savaş ve yıkım döneminin en çok sarstığı kesim, yetişkin erkeklerini Yemen ile Galiçya arasındaki uçsuz bucaksız topraklara gönderirken aynı zamanda zorbaların soygun ve sömürüsüne maruz kalmıştı. Köylünün öfkesi yerli eşraftan çok devlete karşıydı. Eşraf baskı yapıyor, sömürüyordu; ancak kriz zamanında köylüye yardım ediyordu. Devlet ise hiçbir yardımda bulunmuyordu. Devlet, yabancı bankaların verimsiz bulup girmedikleri tarımsal alana doğrudan kredi veren Ziraat Bankası aracılığıyla kredi verdiği zaman bile bu kredi eşrafın cebine giriyor, köylüye ulaşmıyordu. Köylünün bu yılgınlığını bizzat Mustafa Kemal yurt gezileri sırasında görmüştü. Yunan ilerleyişine hiç aldırmayan köylüler vardı. Mustafa Kemal’in bir köylüye neden işgalciye karşı direniş hazırlığında olmadığını sorması üzerine köylü, Yunan tarlasını işgal etmediği sürece bekleyeceğini söylemişti. Mustafa Kemal de büyük arazi sahiplerinin desteklenmesinden ziyade küçük çiftçinin desteklenmesi görüşünde olmuştur13.

Ancak Cumhuriyet’in ilk yıllarında toprak ağalarına ve büyük arazi sahiplerine destek verme yönünde bir politika tercih edilmiştir. Bu konuda 1924’deki Kadastro Kanunu özel mülkiyet rejimini pekiştiren önemli adımlardan birisidir. Diğer yandan 1926 tarihli İsviçre’den uyarlanan Medeni Kanunun kabul edilmesiyle, bir yandan özel mülkiyete, liberal, laik, bireyci bir devlet anlayışına dayanan yeni bir hukuk düzeninin en önemli unsuru oluşturulurken diğer yandan geniş tarım alanları üstünde fiili denetim kurmuş olan güçlü ailelerin, bu alanları güçlü malik sıfatıyla tapuya kaydettirmeleri son derece kolaylaşmıştır. Buna paralel olarak 1929 yılında büyük arazi sahipleri açısından büyük önem taşıyan bir başka kanun çıkarılmıştır. Buna göre, tımar, iltizam gibi kurumlarla ilgili olarak Osmanlı hükümetinin geçmiş yüzyıllar içinde çeşitli ailelere vermiş olduğu ve geniş tarımsal alanlara tasarruf hakkı sağlayan belgeler, bu alanların 1926 Medeni Kanunu çerçevesinde özel mülk olarak tapuya kaydettirilmesi için yeterli sayılmıştır. Osmanlı belgelerinde sözü edilen alanlarla ilgili sınırlar son derece muğlak olduğu, Türkiye’nin kadastrosu bulunmadığı için, elinde bu türden belge bulunan nüfuzlu aileler, çok geniş alanların mülkiyetini kazanmaya başladılar. Bu arada, Ermeni Tehciri ve Lozan Mübadelesi nedeniyle Ermeni ve Rumlardan kalan milyonlarca dekarlık arazi kırsal kesimdeki nüfuzlu aileler tarafından sahiplenilmiştir14.

Söz konusu kanunlar çıktıktan sonra, bu adaletsiz duruma ilişkin 1930’lardaki toprak mülkiyet dağılımı verileri tablo 1’de gösterilmektedir.

Tablo 1, 1934-1935 ve 1938 yıllarında toprak mülkiyetinin yapısına dair yapılan ancak sonuçları kamuoyu ile paylaşılmayan iki anket  15 çalışmasının 16  verileriyle oluşturulmuştur. 

Tablo 1’de toprak dönüm dekarı arttıkça, bu toprakları sahiplenen aile sayısının azaldığı görülmektedir. Aile yüzdesi de aile sayısına paralel bir şekilde düşmektedir.  Bu tablo, büyük toprak sahiplerinin Türk ekonomisinde nasıl yavaş yavaş güçlendiklerine dair kanıtları gösterir niteliktedir. Özellikle arazi sahiplenilmesinde belirsiz Osmanlı belgelerinin kullanılması büyük toprak sahiplerinin güçlendirilmesinde önemli bir hata olmuştur. Her dönemin koşullarının farklı olduğu göz ardı edilmiştir. O dönemde, yapılacak yeni tespitlerle Türkiye’nin kadastrosu çıkarılmış olsaydı, belki de yeni altyapılanma neticesinde bu durumun farklılık arz edebileceği düşüncesini taşımaktayız.

Kurtuluş Savaşı’nın bitişiyle birlikte Türkiye’de üç halkadan oluşan bir ittifak kurulmuştur. Bu ittifak; İstanbul Tüccarı, Anadolu Eşrafı ve Toprak Ağaları; Milli Mücadeleye katılan subaylardan sonraları memleketi kalkındırmaya merak saranlar ve Milletvekilleri ve bürokrasinin üst kademelerinde yer alanlardan oluşmaktaydı. Bu üç zümre birbirini desteklemekte, tamamlamakta ve ekonomik faaliyetin kilit noktalarını ellerinde tutmaktaydılar. Bu ittifak, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde aşarın kaldırılması kararını oy birliği ile sağlamışlardır.

Devletçilik uygulamasının sermaye hareketlerine yansıması

1930’lu yıllar ile birlikte biraz da dünya buhranından dolayı devletçi politikalara yönelme söz konusu olmuştur. Ancak devletin Aşar vergisinin kaldırılmasından doğan kayıplarını telafi etmek ve devlet gelirlerini arttırmak için Osmanlıdan kalan bazı tekellerin millileştirilmesine gidilmiş olması da söz konudur 17.

1930’ların dünya bunalımı koşullarında devletin ekonomi içindeki yeri sadece Sovyetler Birliği’nde değil, Avrupa’da ve Amerika’da da genişlemekteydi. Türkiye’de de 1929 sonrasında iç ve dış pazarlara daha fazla yönelmiş olan bölgelerin tarım kesiminde başlayan ve oradan kent ekonomisine sıçrayan güçlükler, devlet öncülüğünde sanayileşme stratejisinin benimsenmesinde çok önemli rol oynadı. 1930 yılından itibaren hükümet, iktisat politikası olarak devletçiliği benimsedi. Devletçilik devlet kesimini ekonomide bir yatırımcı ve üretimci olarak öne çıkarmaktaydı. 1934 yılında yürürlüğe giren 1.Beş Yıllık Sanayi Planı’nın ekonominin veya kent ekonomisinin tümünü kapsama iddiası yoktu, devlet kesiminin yapacağı sanayi yatırımlarını düzenleyecekti. Böylece 1930’ların ortalarından itibaren Sümerbank, Etibank ve diğer kuruluşların devreye girmesiyle birlikte, devlet kesimi demir ve çelik, tekstil, şeker, cam, çimento, madencilik gibi sektörlerde önder konuma gelmeye başladı.

Devletçiliğin bu ilk döneminde, devlet sektörünün genişlemesinin özel sektörü olumsuz etkilediğini söylemek kolay değildir. Dış ticaretteki büyük özel kuruluşların gerilemesinin en önemli nedeni, dünya ticaretindeki olumsuz gelişmelerdi. Kent ekonomisinin diğer kesimlerinde ise özel işletmeler çoğunlukla küçük ölçekli kaldılar. Bu dönemde devlet sektörünün büyük ölçekli yatırımlar gerektiren alanlarda işletmeler kurarak, özel sektöre ara malları sağladığı söylenebilir 18.

1930’ların politika belirleme sürecinde işadamları ve devlet arasındaki ilişkilerde iki önemli husus mevcuttur. İlk olarak devlet müdahalesi ve istikrarsızlık arasında kesin bir seçim yapmanın kaçınılmaz olduğuna inanan dönemin işadamları, seçimlerini devlet müdahalesinden yana kullanmışlardır. İkinci olarak, işadamlarının politika sürecindeki yönelimlerini değiştirmede güçleriyle ilgilidir. Devletçi Mustafa Şeref’in yerine liberal Celal Bayar’ın getirilmesi bu tezi doğrular nitelikte görülse de, uygulamalar tamamen günün koşullarına paralel seyretmiştir. Öyle ki, devlet sektöründeki asıl genişleme Bayar zamanında olmuştur. Bu dönemde iş adamları diğer piyasa dışı bazı politikaları bizzat kendileri hükümete önermişlerdir19 .

Devletçilik uygulamasında ekonomik gücü ellerinde bulunduran kısmın işadamları olduğu söylenebilir. Milli burjuvazi yaratma bu dönemde ya millileştirmeler yoluyla ya da devletin tüm olanaklarını devreye sokması yoluyla gerçekleşmiştir. Devletçilik uygulaması, hem devletin tüm olanaklarını devreye soktuğu hem de artık kendisinin bizzat burjuvazi sınıfının20  yani yerli işadamlarının yerine geçtiği bir uygulama olmuştur. 

1930-1939 yılları arasında daha önce bahsedilen üç zümrenin (İstanbul Tüccarı, Anadolu Eşrafı ve Toprak Ağaları; Milli Mücadeleye katılan subaylar ve bürokrasinin üst kademelerinde yer alanlar) meclisteki sayıları gösterilerek, TBMM’de yer alan milletvekillerinin bizzat kendilerinin iş adamı olmalarıyla ilgili verilerin çerçevesinde ekonomik güç konusunda iş adamlarının nasıl daha etkin olduğu ve sermaye dönüşümünün nasıl bir dönemden geçtiği daha iyi anlaşılacaktır.

Tablo 2’den görüldüğü üzere önemli sayıdaki milletvekili çiftçi ve tüccardır. Milletvekillerinin bir kısmı da milli mücadeleye katılmış askerliği bırakmış veya bırakmamış buna rağmen aynı zamanda tüccar veya çiftçi olan subaylardır. Tabloda yer almayan fakat bürokrat olan milletvekilleri de mevcuttur. Bu durum, mecliste birden çok işkolunun iç içe geçtiğini göstermektedir. 1931-1939 yılları arasındaki TBMM üyelerinin biyografileri üzerinde yaptığımız incelemede sadece tek bir iş kolundaki mesleği icra eden kişi sayısının oldukça az olduğu saptanmakla beraber, önemli bir kısmın da ticarete uğraşmakta olduğu görülmüştür. Bu durum, TBMM’de yer alan milletvekillerinin aynı zamanda iş adamı olduğu savını kanıtlar niteliktedir. Dolayısıyla, mecliste yer alan milli burjuvazi devletçilik gibi iktisadi ve aynı zamanda mali politikaların da uygulanmasını rahatlıkla sağlayabilmiştir.

Devletçilik uygulamasında, 1929 sonrasında korumacılık sayesinde üretim ve istihdam arttı, az sayıda büyük ölçekli devlet fabrikası üretime başladı, ancak imalat sanayinde küçük ölçekli, az sayıda işçi çalıştıran işletmeler çoğunluğu oluşturmaya devam etti. İşçilerin büyük çoğunluğu da bu tür işletmelerde çalışıyordu. 1930’lu yıllarda sanayi üretimi ile birlikte işçi talebi de artarken kimi kentlerde işgücü açığı oluştu. Nüfusun büyük çoğunluğunun kırlarda yaşaması ve az da olsa bir miktar toprak sahibi olması, imalat sanayi için güçlük yaratıyordu. Özellikle büyük ölçekli devlet işletmelerinin kurulduğu orta büyüklükteki kentlerde pek çok işçi kır kökenliydi, kırsal alanlarla ilişkilerini koparmadan işçi olarak çalışıyor, hasat zamanlarında köylerine geri dönüyorlardı. Cumhuriyet’in erken yıllarında işçi örgütlenmesinin önündeki engeller sadece iktisadi ve toplumsal yapıdan kaynaklanmıyordu. Tek parti yönetimi işçilerin örgütlenmesine olumlu bakmıyordu. 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ve sonrasında işçilerin örgütlenme hakkı sınırlandırıldı. Bu yasalar işçilerin sendika kurmasını engelliyor, ancak dernek kurmalarına izin veriyordu. Grevler de yasaklandı, ancak ilerleyen yıllarda az sayıda da olsa grev gerçekleşti 21.

Varlık Vergisi’nin uygulamaya konulmasıyla ekonomik gücün el değiştirmesi

Varlık Vergisi 1942 tarihli 4305 sayılı Kanun ile uygulamaya konulmuştur. Resmi olarak Varlık Vergisi’nin üç amacı vardır: Savaş vurgunculuğundan elde edilen karların bir kısmını vergilendirmek; spekülatörleri ellerindeki stokları pazara sürmeye zorlamak suretiyle karaborsacılığın önünü almak; devlet bütçesi üzerindeki baskıyı kaldırmak22 . 

İkinci Dünya Savaşı sırasında özellikle iki kesim vardı ki savaştan en büyük kazancı onlar elde etmişlerdi. Bunlar, tarım ürünlerinin fiyatlarının yükselmesinden olağanüstü kazanç sağlayan büyük çiftçiler ve hem yüksek fiyattan satılan ihraç ürünlerinin hem de ithal mallarının kıtlığını istismar ederek düşük kurdan mal ithal eden İstanbul tüccar ve komisyoncularıydı. Çiftçiler, tamamen Müslüman Türklerden; tüccarların büyük bir kısmı ise Rum, Yahudi ve Ermeni gibi azınlık topluluklarından oluşmaktaydı. Varlık Vergisinin fikir babası olan Saraçoğlu’na göre, savaş yıllarında en çok kazancı bu tüccar ve komisyoncular elde ettiğine göre, Varlık Vergisinin ağırlıklı yükünü de bu kesim taşımalıydı. Varlık Vergisi görüşmeleri sırasında bu kesim için, insanların teneffüs ettiği havayı bile kazanç vesilesi yapmak isteyen kötü niyetli insanlar olarak bahsedilmektedir. Dolayısıyla, bu dönemde, büyük tüccarlar vergi vermemek için her türlü yola başvurduğu, dolayısıyla karaborsa yoluyla büyük kazanç sağlayan bu kesimden, bir defaya mahsus olmak üzere, vergi alınmasına karar verildi23 .

Ancak bu uygulamanın temelinde Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ulusçuluk akımının güçlenmesi ile ulus-devletin temeli olarak görülen Müslüman-Türk burjuva sınıfının oluşturulması hedefi yatmaktaydı. Güçlü ulus-devletin temeline konulan ulusal burjuva sınıfı, Cumhuriyet döneminde de iktisat politikalarının ana unsuru oldu. Ancak, 1920’1i yıllarda göçlere rağmen Rum, Ermeni ve Yahudi işadamları ekonomiyi ellerinde tutuyor, dış bağlantıları sağlıyor, bu durum hükümeti rahatsız ediyordu. i929 Dünya Krizi öncesinde gümrük duvarları yükseltilmeden önce yapılan spekülasyonlar, kriz sonrasında ithalat yasakları getirilmesine rağmen kaçak ticaretin devam etmesi, 1927 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanununa rağmen ciddi sanayi yatırımlarının yapılmaması, fonların kısa vadeli alanlara gitmesi, kısa vadeli karlar uğruna ulusal çıkarların göz ardı edilmesi burjuva sınıfına karşı tepkiyi artıran faktörler oldu. 1930’lu yıllarda devlet, ulusal bir ekonomi oluşturmak için hem burjuva sınıfına, hem de halka yönelik propaganda çalışmalarına girişti. Kapalı ekonomiye geçilirken, halk ithal mallarının kullanımından vazgeçirilmeye çalışıldı, gümrük yasaklarına rağmen kaçak içeriye giren mallar için tüccarlara karşı savaş açıldı, liberal politikalara ve burjuva sınıfına güven azaldı. Devlet doğrudan ve dolaylı olarak ekonomiyi kontrolü altına aldı. 

İkinci Dünya Savaşının yarattığı olağanüstü şartlar, mali darboğazlar, ekonomik kıtlıklar ve tüm çabalara ve önlemlere rağmen karaborsa, spekülasyon ve vurgunculuğun devam etmesi, burjuva sınıfı ile devleti karşı karşıya getirmiş ve gerilimi artırmıştı. Dış ticaretin büyük kısmının azınlıkların elinde olması ve kıtlıkların daha çok ithal mallarında yaşanması, Varlık Vergisi uygulamasında bu kesime karşı tavizsiz bir politika izlenmesine yol açtı. Ulusal birliğe destek vermeyen bir sermaye grubuna karşı katı davranıldı. Örneğin, Refik Saydam ticaretle uğraşan özel sektörün varlığının tüccarların kendi davranışlarına bağlı olduğunu belirterek, özellikle ithalatçıları kastetmiş ve vazifelerine yalnız kendi çıkarlarının değil, aynı zamanda genel çıkarların da egemen olması gerektiğini anlatmaya çalışacağını, olmadığı takdirde ithalatı devlet tekeline geçireceğini açıklamıştı24 .

Varlık Vergisi Kanunu’nda Müslümanlar ve Gayri Müslimler şeklinde bir mükellef tanımlaması yapılmamıştır. Fakat uygulamada Varlık Vergisi mükellefleri Müslüman Grubu (M) ve Gayri Müslim Gurubu (G) şeklinde sınıflandırılmıştır. Daha sonra bu iki gruba azınlıklardan Müslüman olmuşlar dönme (D) şeklinde ve başka bir uyrukta olanlar ecnebi (E) olarak eklenmiştir25 .

Varlık Vergisinin uygulama dönemi içinde 463 milyon lira tahakkuk etmiş, 317.5 milyon lira tahsilat yapılmıştı. Tahakkuk ettirilen verginin % 68.6’sı tahsil edilmişti. Varlık Vergisi 114 368 mükellefi kapsadı, verginin % 52’sini gayri Müslimler, % 29’unu Müslümanlar, % 19’unu yabancılar ödedi. Verginin % 54’ü İstanbul’dan tahsil edilmişti. İstanbul’da tahsil edilen 221.3 milyon liralık Varlık Vergisi’nin % 70’ini gayri Müslimler öderken, İstanbul dışındaki yerlerde Müslümanlar verginin % 85’ini ödemişti 26. 

Görüldüğü üzere Varlık Vergisi’nin dolayı il olarak ekonomik, etnik ve dini yapısından özellikle İstanbul’u daha çok etkilediği söylenebilir. İkinci Dünya Savaşı şartlarında İstanbul’un ticaret hayatının, sanayicilik, eğlence, otelcilik ve hatta terzilik, doktorluk, pastanecilik, meyhanecilik hayatının % 87’si azınlıkların elindedir. O yılların şehir rehberi tarandığında ise, yukarıdaki % 87 oranı, % 89.2’ye çıkmaktadır27 .

Varlık Vergisinin azınlıklar üzerinde yoğunlaşması, daha geniş bir sonuca yol açtı ve yan etkileri gelir dağılımı ile ilgili sonuçları aştı, gayri menkuller, işyerleri ve stoklar satılarak ve tasfiye edilerek verginin ödenebildiği durumlarda servet ve mülkiyet dağılımında geleneksel metropol burjuvazisinden, Anadolu kökenli yeni zenginlere doğru küçümsenmeyecek değişmeler meydana geldi. Vergisini ödeyecek parası olmayan iş adamları işlerini ve mülklerini satmak zorunda kaldılar. G grubu şirket ortakların büyük kısmı vergi dolayısıyla ortaklıklarını kaybettiler. E ve M ortaklar bu şirketleri veya hisselerini satın aldı. Örneğin, İzmir’de dış alım-satım firmalarının % 50’ye yakını yabancıların eline geçti Varlık Vergisinin uzun dönemli etkisi iş hayatındaki güveni zedelemesiydi. Bu vergi sonrasında Hıristiyan ve Musevi iş adamları yatırım yapma konusunda çekimser davrandılar ve çoğu Türkiye’den ayrıldı. Müteşebbis bir grubun ülkeden ayrılması iktisadi kalkınmayı geciktirici ve özel sektörün gelişimini olumsuz etkileyen bir faktör olarak değerlendirildi. Ancak, savaş yıllarında yaşanan zorluklardan toplumun tüm kesimleri etkilendi; sabit ücretliler ve küçük köylüler en fazla sıkıntı çeken kesim oldu28 .

Varlık Vergisi, sermaye bakımından Müslüman-Türk burjuva sınıfının oluşturulması hedefinin yanı sıra dönemin milliyetçilik anlayışını taşımaktadır. Ekonomik gücün dönüşümünde sermayenin el değiştirmesi ve yeni bir sınıfın ortaya çıkması büyük önem taşırken, yabancılara gayrimenkuller gibi özel mülklerin de el değiştirmesi ekonomik gücün değişiminde etnisite unsurunun önemini gösteriyor olduğu düşüncesindeyiz. Tablo - 3 ve Tablo - 4’te varlık vergisini ödemek için gayrimenkullerini satan gruplar ve bu gayrimenkulleri satın alan gruplar gösterilmiştir.

Varlık Vergisi’ni ödemek için gayrimenkul satanlara gruplar açısından bakıldığı zaman, en kıymetli gayrimenkullerin azınlıklar içinde Yahudi grubu tarafından satıldığı görülmektedir. Daha sonra Ermeniler ve Rumlar gelmektedir. Görüldüğü üzere Varlık Vergisi’ni ödemek için gayrimenkullerini satanların %80’nini başta Yahudiler olmak üzere Ermeniler ve Rumlar oluşturmaktadır.

Tablo 4’te de görüldüğü üzere Varlık Vergisi’ni ödemek için satılan gayrimenkullerin %67,7’sini Müslüman-Türk grubu satın almıştır. Ortalama değeri 16.521 lira olan bu gayrimenkullerin o yıllarda İstanbul’un en değerli gayrimenkulleri olduğu söylenebilir.

Bu tabloda ortaya çıkan çarpıcı sonuç ise, Kamu İktisadi Teşekkülleri (Sümerbank, Toprak Mahsulleri Ofisi, Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş), Milli Bankalar (İş Bankası), Milli Sigorta Şirketleri (Umum Sigorta, Milli Reasürans), İstanbul Belediyesi ve Vakıflar Umum Müdürlüğü gibi resmi ve yarı-resmi kuruluşların Varlık Vergisi dolayısıyla elden çıkarılan gayrimenkullerin en değerli olanlarını satmış olmalarıdır. Değer açısından bakıldığında toplamın %30’unun devlet kontrolündeki kuruluşlar tarafından satın alınması, Varlık Vergisi ile gerçekleştirilen servet transferlerinin diğer önemli bir boyutudur29. 

1945 yılında Aşar Vergisi ve Varlık Vergisi’yle geniş topraklara sahip olan kesimin gücünü kırmak amacıyla “Çiftçiyi Topraklandırma Yasası” çıkartılmıştır. Bir yandan büyük toprak sahiplerinin siyasal gücünü kırmak, bir yandan da toprak mülkiyetini tarımsal üretimi artıracak biçimde yeniden düzenlemek ve aynı zamanda çeşitli nedenlerle kullanılmayan toprakların ekip biçilerek değerlendirilmesi amacını güden bu yasa, Meclis’te birçok tartışmaya yol açmıştır. 5000 dekardan geniş işletmelerin kamulaştırılarak çiftçiye dağıtılmasını öngören bu yasa büyük toprak sahiplerinin gücünü kırmak için kullanılamamıştır. Yasa ile daha çok kamuya ait toprakların dağıtımına ilişkin kararlar uygulanmıştır30 .

Sonuç

Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına uzanan dönemde ekonomik gücün dönüşümü daha çok içte uygulanan iktisadi ve mali politikalar ile çeşitli dış etkenlerden  birçok kez değişim göstermiştir.

Osmanlı İmparatorluğunun özellikle klasik döneminde uygulanan tımar sisteminin 16. yüzyılda bozulmaya başlamasıyla birlikte toprak sistemine bağlı bulunan askeri organizasyon ve mali organizasyonda da sorunlar baş göstermiştir. Bu durum ayan denilen ve elde ettikleri ekonomik güç sayesinde yönetimde de söz sahibi olmaya başlayan yeni bir sınıfın ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Tanzimat’la birlikte yeni kurumların oluşturulması neticesinde Müslüman kesim büyük ölçüde iş hayatından el çekerek devlet kademelerinde çalışmaya başlamışlardır. Bu durum 1908-1918 döneminde İttihat ve Terakki tarafından milliyetçi söylemlerle yerli bir işadamı grubu yaratılması çabalarının temel noktasını oluşturmuştur.

İttihat Terakki’yle başlayan Müslüman-Türk burjuvazisinin yaratılma çabaları Cumhuriyet’le birlikte de devam etmiş ve bunun sağlanabilmesi için devlet çeşitli uygulamalar yürürlüğe koymuştur. 1942 yılında uygulanan Varlık Vergisi de bu uygulamalardan biridir. Varlık Vergisi’ne kadar yapılan uygulamalar; “Aşar Vergisi’ni kaldırılması (1925)” ve “Devletçiliğe Geçiş (1930)” bu savı destekler mahiyettedir.

Sermaye birikiminin el değiştirmesinde aşar vergisinin kaldırılması önemli bir kırılma noktası meydana getirmiş ve Müslüman-Türk burjuvazisinin varlığı daha görünür kılınmıştır. Özellikle, 1924 Kadastro Kanunu ve Osmanlı’dan kalan belgeler çerçevesinde 1926 Medeni Kanun’uyla gerçekleştirilen işlemler bu durumun lehine paralel olarak gelişen uygulamalardır.

1929 yılında büyük arazi sahipleri açısından büyük önem taşıyan bir başka kanun çıkarılmış ve Osmanlı hükümetinin geçmiş yüzyıllar içinde çeşitli ailelere vermiş olduğu, geniş tarımsal alanlara tasarruf hakkı sağlayan ve sözü edilen alanlarla ilgili sınırların son derece muğlak olduğu Osmanlı belgeleri, bu alanların 1926 Medeni Kanunu çerçevesinde özel mülk olarak tapuya kaydettirilmesi için yeterli sayılmıştır. 1930’larda toprak mülkiyetine ilişkin verilerde çerçevesinde 500’de az dekar toprağa sahip aile sayısının 2.493.000, 501 ile 5000 dekar arasındaki toprağa sahip aile sayısının 5.764, 5001’den fazla dekara sahip aile sayısının 418 olduğu belirlenmiştir. Bu verilere göre, toprak dönüm dekarı arttıkça, bu toprakları sahiplenen aile sayısının azaldığı görülmektedir. Aile yüzdesi de aile sayısına paralel bir şekilde düşmektedir.  

Söz konusu verilerden de görüleceği üzere büyük toprak sahipleri elde ettikleri topraklarla gittikçe güçlenmiştir. Bu noktada, 1929 yılında çıkartılan kanunun uygulamasında belirsiz Osmanlı belgelerinin kullanılması önemli bir hata olmuştur. Her dönemin koşullarının farklı olduğu göz ardı edilmiştir. O dönemde, yapılacak yeni tespitlerle Türkiye’nin kadastrosu çıkarılmış olsaydı, belki de yeni alt yapılanma neticesinde bu durumun farklılık arz edebileceği düşüncesini taşımaktayız.

1930 yılından itibaren hükümetin iktisat politikası olarak devletçiliği benimsemesi, bu zamana kadar gelişen Müslüman-Türk burjuvazisinden oluşan işadamlarının desteklemesiyle oluşmuştur. İş adamlarının çoğunluğu da TBMM’de yer alan milletvekillerinden oluşmaktadır. 1931-1935 ve 1935-1939 yılları arasındaki mecliste bulunan milletvekillerinin biyografileri aracılığıyla bu durum daha net bir şekilde açıklığa kavuşmaktadır. 1931-1935 yılları arasındaki 4.Yasama Döneminde, 348 milletvekilinden, 68’si çiftçi, 49’u tüccar, 21’i hem çiftçi hem tüccar, 26’sı ise hem tüccar veya hem çiftçi ve hem askerdir. 1935-1939 yılları arasındaki 5. Yasama Döneminde ise, 444 milletvekilinden, 61’i çiftçi, 50’si tüccar, 20’si hem çiftçi hem tüccar, 31’i hem tüccar veya hem çiftçi ve hem askerdir. Bu durum, mecliste birden çok işkolunun iç içe geçtiğini göstermektedir.

1942 yılında çıkartılan Varlık Vergisi uygulamasıyla Müslüman-Türk burjuvazisi, Türk ekonomisine iyice yerleşmiştir. Varlık Vergisinin özellikle azınlıklar üzerinde yoğunlaşması, geleneksel metropol burjuvazisinden, Anadolu kökenli yeni zenginlere doğru küçümsenmeyecek değişmeler meydana getirmiştir. Bu vergi sonrasında Hıristiyan ve Musevi iş adamları yatırım yapma konusunda çekimser davranmış ve çoğu Türkiye’den ayrılmıştır.

Varlık Vergisi, sermaye bakımından Müslüman-Türk burjuva sınıfının oluşturulması hedefinin yanı sıra dönemin milliyetçilik anlayışını taşımıştır. Ekonomik gücün dönüşümünde sermayenin el değiştirmesi ve yeni bir sınıfın ortaya çıkması açısından büyük önem taşırken, yabancılara gayrimenkuller gibi özel mülklerin de el değiştirmesi ekonomik gücün değişiminde etnisite unsurunun da önemini göstermektedir.

İttihat ve Terakki tarafından 1908-1918 döneminde milliyetçi söylemlerle yerli bir işadamı grubu yaratılmasının çabalarının başlamasıyla birlikte, daha sonraki dönemlerde de bu görüşe paralel olarak ortaya konan Aşar Vergisi, Devletçilik uygulamalarıyla Müslüman-Türk iş adamı sınıfının belirginleşmesi sağlanmış ve son olarak Varlık Vergisi’yle bu sınıfın Türk ekonomisine kesin olarak yerleşmesi mümkün kılınmıştır. Daha sonraları Varlık Vergisi ile gerçekleştirilen servet transferleriyle iyice güçlenen Türk iş adamı sınıfının siyasal gücünü kırmak amacıyla 1945 yılında “Çiftçiyi Topraklandırma Yasası” çıkartılmış olsa da, bu yasa amacına ulaşamamıştır.

Kaynakça

[1] Aktar, A., (2008), “Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları”, İletişim Yayınları, İstanbul.

[2] Barkan, Ö. L., (1980), “‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ ve Türkiye’de Zirai Bir Reformun Ana Meseleleri”, Bütün Eserleri, der. A. Nesimi, M. Şahin, A. Özkan, Gözlem Yayınları,İstanbul.

[3] Baş, H., (2006), “Varlık Vergisi’nin Türk Siyasal Yaşamına Yansımaları”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli.

 [4] Coşar, N.,(2003),  “Varlık Vergisi Konusundaki Yolsuzluk Söylentileri”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt:58, sayı:2, Ankara.

[5] Çamurcuoğlu, G.,(2009), “Türkiye Cumhuriyeti’nin Toprak Reformu ve Milli Burjuvazi Yaratma Çabası”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt.13, Ankara.

[6] Çiçek, H., (2001), “Osmanlı İmparatorluğunda Mali Bunalım”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı:1, Konya.

[7] Genç, M., (1991), “18.Yüzyılda Osmanlı Sanayi”, Dünü ve Bugünüyle Toplum ve Ekonomi, Sayı:2, Eylül , İstanbul.

[8] Gökbunar, R., Gökbunar A. R., Uğur A., (2010), “17. Yüzyılda Osmanlı Devleti ve Batı Avrupa Devletleri’nde Mali Yapı Üzerine Savaşların Etkileri”, Maliye Dergisi, Sayı 159, Manisa.

[9] Kanbolat Y., (1963), “Türkiye Ziraatında Bünye Değişikliği”, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Ankara.

[10] Karaman, K, Pamuk Ş., (2009), “Avrupa Devletleriyle Bir Karşılaştırma: Osmanlı Bütçeleri ve Mali Yapının Evrimi”, Toplumsal Tarih Dergisi, Ankara.

 [11] Mıynat, M., Kahriman H., (2012), “Türkiye’de Mali Sistemin Toplumsal Tabakalaşma Üzerindeki Etkileri (1923-1950)”, “Mali Sosyoloji Üzerine Denemeler”, Editör: A.Kemal Çelebi, T.C Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı Yayın No. 2012/418, Ankara.

[12] Önal, N. E., (2012), “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e Geçişte Büyük Toprak Sahiplerinin Sınıfsal Rolü ve Dönüşümü”, ODTÜ Gelişme Dergisi, Ankara.

 [13] Özçelik, Ö., Tuncer G., (2007); “Atatürk Dönemi Ekonomi Politikaları”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Isparta.

 [14] Pamuk, Ş., (2014), Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.

[15] Parlak, M., Parlak Z. (2012), “Osmanlı Mali Sistemi ve Divan-ı Muhasebata Giden Yol”, Sayıştay Dergisi, Sayı.87, Ankara.

 [16] Takım, A., Arslan R.,(2012), “İktisat Politikalarında Zorunlu Borçlanmadan Zorunlu Tasarrufa: Varlık Vergisi Tartışmaları”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 2, Sivas.

[17] TBMM, (2010), “TBMM Albümü (1920-2010)”, Cilt 1 (1920-1950), der. S. Yıldırım ve B.K. Zeynel, 2. Baskı, TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayınları, Ankara.

 [18] Ünay, S. (2010), “Uluslararası Sistem ve İç Dönüşüm: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Kalkınma Sorunsalı”, Akademik Araştırmalar Dergisi, Sayı.45, İstanbul.

[19] Varlı, A. (2012), “Devletçilik Politikalarının Tarım Kesimi Üzerindeki Etkileri”, Öneri Dergisi, Cilt.10, Sayı:38, İstanbul.

 [20] Yıldız, N., Yıldız E. (2012), “Mübadele Meselesi ve Cumhuriyet Dönemi Tarımsal Kalkınma Politikası”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 14, Sayı 1, Edirne.

Özge ÖNKAN1,               Öznur MERT2,                Hüseyin GÜVEN3,            Semih DERELİOĞLU4, 

Celal Bayar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü1

Yaşar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü2

Celal Bayar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü3

Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü 4

2Ramazan Gökbunar, Ali Rıza Gökbunar, Alpaslan Uğur; “17. Yüzyılda Osmanlı Devleti ve Batı Avrupa Devletleri’nde Mali Yapı Üzerine Savaşların Etkileri”, Maliye Dergisi, Sayı 159, Temmuz-Aralık 2010, s.78. 3Mıynat, Kahriman; a.g.e, s.108.4Mehmet Genç; “18.Yüzyılda Osmanlı Sanayi”, Dünü ve Bugünüyle Toplum ve Ekonomi, Sayı:2, Eylül 1991, İstanbul, s.101-102. 5Ayşe Buğra; Devlet ve İşadamları, 2.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1997’den aktaran; Mıynat, Kahriman; a.g.e, s.115-116.6Ünay; a.g.m, s.16. / 7Mıynat, Kahriman, a.g.e, s.116. / 8Ünay; a.g.m, s.16. 9Nural Yıldız, Emel Yıldız; “Mübadele Meselesi ve Cumhuriyet Dönemi Tarımsal Kalkınma Politikası”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 14, Sayı 1, Haziran 2012, s.353. 10Ünay; a.g.m, s.16. 11Yalçın Küçük; Türkiye Üzerine Tezler (1908-1998),  Cilt 1, 5. Baskı, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1997’den aktaran Nevzat Evrim Önal; “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e Geçişte Büyük Toprak Sahiplerinin Sınıfsal Rolü ve Dönüşümü”, ODTÜ Gelişme Dergisi, Nisan, 2012, s.157. 12İzettin Önder; “Cumhuriyet Döneminde Tarım Kesimine Uygulanan Vergi Politikası”, Türkiye’de Tarımsal Yapılar (1923-2000), der. Zafer Toprak ve Şevket Pamuk, Ankara: Yurt Yayınları, 1988’den aktaran Nevzat Evrim Önal; “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e Geçişte Büyük Toprak Sahiplerinin Sınıfsal Rolü ve Dönüşümü”, ODTÜ Gelişme Dergisi, Nisan, 2012, s.157. 13Gülden Çamurcuoğlu; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Toprak Reformu ve Milli Burjuvazi Yaratma Çabası”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi,  Cilt.13, 2009, s.164-169.14Yahya Sezai Tezel; Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi (1923-1950), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1995’den aktaran; Mıynat, Kahriman; a.g.e, s.122-123. 15Yahya Kanbolat; “Türkiye Ziraatinde Bünye Değişikliği”, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Ankara, 1963, s.2. 16Ömer Lütfi BARKAN,; “‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ ve Türkiye’de Zirai Bir Reformun Ana Meseleleri”, Bütün Eserleri, der. A. Nesimi, M. Şahin, A. Özkan, Gözlem Yayınları, 1980, İstanbul. 17Özer Özçelik, Güner Tuncer; “Atatürk Dönemi Ekonomi Politikaları”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2007, s.258. 18Şevket Pamuk; Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ocak 2014, İstanbul, s.188-189. 19Mıynat, Kahriman; a.g.e, s.125. 20Arzu Varlı; “Devletçilik Politikalarının Tarım Kesimi Üzerindeki Etkileri”, Öneri Dergisi, Cilt.10, Sayı:38, Temmuz 2012, s.122. *1 Sandalye sayısını değil, ilgili yasama döneminde (ara seçimler dâhil) milletvekili seçilmiş kişi sayısını göstermektedir. *2 Bir milletvekilinin çiftçi olarak tanımlanması için biyografisinde ağa, çiftçi, ziraat, bağcılık, tarım gibi mesleklerden bir tanesi bulunmalıdır.*3 Bir milletvekilinin tüccar olarak tanımlanması için biyografisinde tüccar, tacir, serbest ticaret gibi mesleklerden bir tanesi bulunmalıdır. *4 Bir milletvekilinin asker olarak tanımlanması için ya milli mücadele sırasında asker olması ya da askerliğe devam etmesi halindebiyografisinde donanma, askerlik, harbiye gibi mesleklerden bulunması gereklidir. 21Pamuk; a.g.e, s.190-191. 22Mıynat, Kahriman; a.g.e, s.126. 23 Abdullah Takım, Ramazan Arslan; “İktisat Politikalarında Zorunlu Borçlanmadan Zorunlu Tasarrufa: Varlık Vergisi Tartışmaları”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 2, 2012, s.218-219. 24Nevin Coşar; “Varlık Vergisi Konusundaki Yolsuzluk Söylentileri”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt:58, sayı:2, 2003, s.6-7. 25 Mıynat, Kahriman; a.g.e, s.126. 26Coşar; a.g.m, s.13. 27Hakan Baş; “Varlık Vergisi’nin Türk Siyasal Yaşamına Yansımaları”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli, 2006, s.92. 28Coşar; a.g.m, s.16. 29Ayhan Aktar; Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s.205. 30Yıldız, Yıldız; a.g.m, s.362.

*** Makalenin basılı halini tabloları ile birlikte 207.Sayıdan inceleyebilirsiniz.